Epeyce dik bu yokuşu tırmanırken fark etti ki; bugün beşinci gündür açtı ama hala güçlüydü. Hatta kendisini eskisinden daha diri ve hafif hissediyordu. Bir ara durdu… Tebessüm etti ve
– Çok şükür ya Rabbi… dedi usulca.
Sonra tepenin zirvesine doğru tırmanmaya devam etti. Tam zirveye ulaştığında serin poyrazın biraz sertçe dokunuşuyla epeyce terlediğini fark etti. Her zaman ki gibi o masa gibi düz beyaz taşın üstüne oturup, ufukları seyretmeye başladı. Çocukluğundan beri bu tepeden etrafı seyretmeyi çok severdi. Yolu memleketine düştüğünde, her fırsat bulduğunda mutlaka buraya gelir, ufuk çizgisindeki sisli alanlara dalar, bazen sıra dışı hayaller kurar, kendince rabbine dualar ederdi. Yaşadığı birçok önemli hadiseden sonra orada ettiği duaların kabul edildiğine inanmıştı. Belki bu yüzdendir saatlerce burada vakit geçirir, kendince dualar ederdi.
Artık yaşı bir hayli ilerlemiş, altmışına yaklaşmıştı. Yaşadığı fırtınalı hayat onu vaktinden önce çökertmiş, birçok hastalığa duçar etmişti. Birçok defa ölüme yakın haller yaşamış, sonunda her şeyin kendisini bilmesi yolunda birer imtihan olduğunu fark etmiş ve gerçek manada teslim olmuştu. Artık onun dünya diye bir derdi, beden diye bir bendi yoktu. Malını mülkünü hesaplamıyor, şekerini, tansiyonunu ölçmüyor, bugünü, yarını, tarihi, saati kısacası rakamları bilmiyordu. Unutmuştu. O bilmiyordu belki ama tam olarak bir terki dünya halindeydi. Kendisi için “delirmiş, şizofren” gibi şeyler söylendiğini biliyor muydu, bilmiyorum. Ama yüzünde her daim hüzünle karışık bir tebessüm, gözlerinde tuhaf bir boşluk vardı. Bu hali ile anlayanlara diyordu ki size acıyorum, ben kendi halimde çok mutluyum.
Senede birkaç defa geldiği memleketindeki bu ıssız yerde uzlete çekilir, bazen bir hafta bazen daha uzun riyazet yapar, sonra normal hayatına devam ederdi. Mevsim ilkbaharın son zamanlarıydı. Bu yıl bozkıra bolca rahmet yağmış, çayır çimenler, böcekler, çiçekler çok bereketliydi. Oturduğu taşın üzerinden yine ufuk çizgisindeki sıra dağların sisli eteklerine dalmışken birden yüzüne hafifçe bir dokunuş hissetti. Yüzüne dokunan bir uğur böceğiydi. Tam karşısında bir papatya kümesinin içinde bir papatyanın içine kondu.
– Eyvallah hoş geldin ey can diye seslendi. Bu beş gündür konuştuğu, selamlaştığı ilk canlı varlıktı. Zira uzunca bir zamandır uyguladığı bu riyazet içinde kimse ile konuşmama metodu da vardı. Bu yüzden, bu süre içinde özellikle insanlardan uzak durur, kendi içinde kendisi ile hemhal olurdu. Papatya çiçeğinin yapraklarının arasında dolaşan uğur böceğine biraz daha yaklaşarak daha yakından bakmaya incelemeye başladı. Birden sanki güçlü bir mercek o küçücük böceği büyütmüş, kocaman yapmıştı. Olabilecekleri tahmin ettiğinden hemen yeleğinin cebinde bulunan defterini ve kalemini çıkardı. Kendisine varlık bilincinden bilgiler getirdiğini bildiği uğur böceğinin kırmızı bedeni üzerindeki siyah noktalara yoğunlaştıkça bir an bulunduğu ortamdan, dünyadan uzaklaştığını, hakkın hakikat mertebelerine doğru yüceldiğini hissetti.
…
Poyraz bu zirvede epeyce sert esiyordu. Ürpertilerle kendine geldiğinde güneş batmak üzeriydi. İkindi namazı geçmişti bile…
– Eyvah dedi… Vakit çok geçmiş.
Misafiri çoktan gitmiş, üşüyen papatya yapraklarına sarılmış, büzüşmüştü.
– İşte dünya hali bu… diyerek yerinden kalktı. Üşümüştü. Yazdıklarını merak etti.
Yirmi sekiz sayfa yazmıştı. Besmele çekip hepsini hayretler izinde okudu. Şaşkındı… Uğur Böceği ona çok değerli mesajlar getirmişti.
– Ey böcek sen benim pirimsin bilirim, Hakk üzere hakikati dersin, söylediklerini ben anlarım, amma bunları kimse anlamaz ki… diye tebessüm etti.
Poyraz çimenlerin arasında ıslık çalarken, gece nöbetine hazırlanan cırcır böcekleri yeni uyanıyorlardı. Tabiatın kadim ve kaim kuralları kusursuzca işlerken hiçbir şeyi incitmeden oradan sessizce uzaklaştı.
Bayram ERSOY